Müslüm Gürses'in eşinin acı dolu hayat hikayesi
Saat: 09:01

Arabesk müziğin unutulmaz isimlerinden Müslüm Gürses'in eşi ve bir dönemin sinema yıldızı Muhterem Nur'un hayatı kitap oldu. Nur, hayatıyla ilgili acı gerçekleri ilk defa anlattı.
Bir zamanlar sahnelerin yıldızı olan Muhterem Nur, Hürriyet gazetesinden İpek Özbey'e konuştu. İşte o röportaj...
- Kitabın adı ‘Ömrümce Ağladım’. Sahiden de ömrünüzce ağlamışsınız. Hayatınızı anlatmaya nasıl karar verdiniz?
Biliyorsunuz, insanlar unutuluyor. Böyle bir kitap yazdığım zaman belki 20-30 sene sonra arkadan gelenler bizi hatırlar, belki “Bir Muhterem Nur varmış” der. Yeğenlerim çocuklarına anlatır.
- Çok zor bir hayat yaşamışsınız. Aslında dramınız doğumunuzla başlıyor. Biz de oradan başlayalım. Nerede doğdunuz, nasıl doğdunuz, anlatır mısınız?
Ben dünyaya doğmakla hata yapmışım. Veya beni doğuran hata yapmış. Annem okul zamanında hocasıyla bir arkadaşlık kuruyor. Evli bir adammış. Ben onun resmini bile görmedim.
- Hiç merak etmediniz mi?
Hayır merak etmedim, çünkü annem 16 yaşında onun yüzünden ölmüş. Eğer anneme sahip çıksaymış, “Ben evliyim, çocuğum var” diye doğruyu söyleseymiş annem ölmeyecekmiş. Kim olsa o yaşta âşık olur. Bir de üstelik hamile kalmış.
- Aileden kimse biliyor mu hamile kaldığını?
Hocası ona yüz çevirince arkadaşına söylemiş hamile olduğunu. Zaman da geçiyor bir yandan. Arkadaşı da çocuk tabii, herkese söylemiş. Büyükbabamı Kosova’dan çağırıyorlar, Belgrad’a geliyor.
- Bu arada babanız nerede?
Ortadan kayboluyor. Büyükbabam onun evine gidiyor, karşısına çocuklu bir kadın çıkıyor. “Eşim yok” diyor. Sonra büyükbabam annemin yanına gidiyor, onun kolundan tutarak sürüklüyor, evimize götürüyor. Kimsenin bilmesini istemediği için aşağıdaki şarap mahzenine kapatıyor, “Doğum yapana kadar burada kalacaksın” diyor.
- Hamile bir kadını mahzene bırakıyor, öyle mi?
Evet, düşünün. Camı penceresi olmayan, hava almayan bir yere. O günden sonra annem Şira, mahzenin soğuğuna mahkûm oluyor. Ablalarının gizli gizli verdiği yemekler dışında boğazından tek bir lokma geçmiyor. Altı ayı doldurmak üzereyken sancısı tutuyor. Çığlıkları mahzeni inletiyor. Evdekiler yılbaşı gecesi olduğu için sofradalar. Teyzem Şivga şarap alma bahanesiyle kardeşine bakmak için mahzene iniyor. Annem yerde yatıyor, ben doğuyorum. Ailenin ebesi Raziye’yi çağırıyorlar. Büyükbabam ona diyor ki, “Al bunu, karların ortasına bırak”.
- Ölüme mi terk ediyor?
Evet, “Hayvanlar yesin” diyor. O zaman ölseydim hiçbir şey duymayacaktım, şimdi bin kere ölüyorum, çok şey duyuyorum. Keşke o zaman ölseydim. Alıyor kadıncağız beni bir Türk camisine götürüyor. Merdivenin başına bırakıyor ki, namaz kılmaya gelenler görsünler. Karşı evin bahçesine saklanıp gözlüyor. Ama kimse bakmıyor, kar, tipi üstümü kaplamış. Kadıncağız yeniden gelip beni alıyor.
- Sonra nereye götürüyor?
Kendi evine. Hiç değilse birkaç gün bakabilir diye. Aklına Manastır’dan tanıdığı Havva geliyor. Dul bir kadın. Biraz para karşılığında alıyor beni. Üç aylıkken kaybettiği yavrusunun yerine koyuyor, seviyor.
- Peki sizin adınızı ne koyuyorlar?
Teyzem, Raziye’ye “Bebeği kime teslim ettiysen söyle, adını ‘Olga’ koysun” diyor.
- Teyzeniz sizi neden yanına almıyor?
Çatışmalı günlerin bitmesini bekliyor. 1938’de göçler başlıyor. İki teyzem Türkiye’ye doğru yola çıkıyor. Tekirdağ’a geliyorlar. Göç yolunda tanıştığı iki Türk erkekle evleniyorlar. Ve adları Şevkiye ile Bedriye oluyor. Ve yoksulluk da başlıyor.
- Oysa Kosova’da başka bir hayatları var değil mi?
Tabii, büyükbabam çok zengin. Kosova’nın en engin adamı, bana faydası olmayan bir zenginlik. Kumaş fabrikası varmış. Ama insanlar tarafından pek sevilmeyen biriymiş. Görseydim keşke onu.
- Sonra…
Sonra o kadın ölüyor. Şevkiye Teyzem beni yanına aldırmaya karar veriyor. İki yaşındayım. Beni kaçak sokuyorlar Türkiye’ye. Tekirdağ, sonra da Eyüp Sultan’a geliyoruz. Bu arada ben hiç konuşmuyorum. 1947’de 7 yaşındayken teyzemin oğlu oluyor, kardeşim dediğim Mehmet dünyaya geliyor. Sonra kocası ölüyor ve bir süre sonra “Tek başına bir kadın, hem de gavur! Yalnız kalmasın” demişler. Bir daha evleniyor.
- Okula başladınız mı?
Evet ama nüfus cüzdanı gerekiyordu. Muhtar hallediyor. 1930’da ölen Keşanlı Kamber Hasan Kısa’nın adı yazılıyor baba haneme. Adım da Muhterem oluyor, Muhterem Kısa.
- Sevdiniz mi okulu?
Çok seviyordum. Ama sessiz bir çocuktum. Bana öğrenciler ‘dilsiz’ ya da ‘gavur’ diyordu. Ortaokulda beni herkese karşı koruyan Hakkı Öğretmen’i çok seviyordum.
- Okulu bitirdiniz mi?
Bitiremedim.
- Neden?
Bir pazar günü teyzemin Rami’de oturan arkadaşına gittik. Bir gecekondu mahallesiydi. Bir yanı inşaat bölgesiydi. Evin çocuklarıyla sokakta oynamaya çıktım. Başıma bir kaza geldi. Bütün aileler çocuklarına dikkat etmeli. Gün oluyor dalıyorlar, çocuklar dışarıda oynuyor, neredeler, başlarına ne geldi haberleri olmuyor.
- Sizin başınıza ne geldi?
Saklambaç oynuyorduk. İnşa edilmekte olan duvara yüzümü dönüp saymaya başladım: “1-2-3…” Bir sessizlik oldu. Yavaşça arkama döndüm. Karşımda dev gibi bir adam gördüm. Tam bağıracakken, yüzüme sert bir tokat indirdi. Elleriyle ağzımı kapattı. Ne kadar çırpınsam da fayda etmedi.
- Tecavüz mü etti?
Henüz 12 yaşındaydım ve evet tecavüze uğradım. Balat hastanesinde gözümü açtım. Beni gecekonduları için toprak almaya gelen kadınlar bulmuş. Bir bakıyorlar, iki tane ayak, belden aşağı bir çocuk. Bayılmışım, herhalde kafamı taşa vurmuşum. Kendime geldiğimde çok utandım. Okula gidemedim.
- Utandığınız için okulu mu bıraktınız?
Evet, bir gazeteye manşet olmuştum. “Eyüp’te bir kız çocuğuna tecavüz edildi” diye haberler çıkmıştı. Seviyordum okumayı, öğretmenlerimi seviyordum ama utanıyordum, bir daha gidemedim.
- Bu ülkede her gün kadınlar tecavüze, tacize uğruyor. Bu haberleri izlediğinizde ne yaşıyorsunuz?
Hepsine çok üzülüyorum. Tüylerim diken diken oluyor. Bunu yapanlara en büyük cezanın verilmesini istiyorum. Münevver Karabulut ve Özgecan cinayetlerine bakın. Çok üzüldüm, dünyanın en güzel çocukları böyle gidiyor.
- Sizin hayatınıza bu olay nasıl yansıdı?
Herkesten utandım.
- Erkeklerle ilişkinizi etkiledi mi?
Etkilemez mi? Ben erkeklerden nefret ettim. 18 yaşıma kadar bir tek erkek istemedim ki yanıma yaklaşsın.
- Korktunuz mu?
Hem korktum hem garip geldi. Hiç düşünmedim. İnsanın sonra neyse ki duyguları değişiyor. Benden epey büyük bir adama karşı zaafım oldu.
- Memduh Ün’den bahsediyorsunuz?
Evet. Birlikte filmler yaptık.
- Atlamadan gidelim. Tecavüze uğruyorsunuz ama bitmiyor. Bir de teyzenizin ikinci kocasıyla problem yaşıyorsunuz…
O da çok kötüydü. Çünkü o problem Eyüp Sultan’da başladı. Adam çok alkol alıyordu. Annem işe gidince bana saldırıyordu. Ama bir şey yapmadı. Ayıp yerlerini göstermeye başladı. Ben çok korkuyordum.
- Tecavüzden ne kadar sonra?
13-14 yaşına kadar çok rahatsız etti. Edep yerini gösteriyordu bana. Çok tedirgindim. Tecavüze kalkıştı ama annem yakaladı ve onu dışarı attı. O yüzden anneme hayatımı adadım.
- Sonra annenizle birlikte bir hayat mücadelesine başlıyorsunuz.
Mahallemizde bir Yıldız Abla vardı, sahneye çıkıyordu. Onu izliyordum. Ne kadar güzel elbisesi varsa ipe asıyor, gösteriş yapıyordu. “Yıldız abla bunları nereden aldın” diye sorunca “Gel seni de Beyoğlu’na götüreyim” dedi. O güne kadar gecekondudan ve Eyüp Sultan’dan başka yere gitmemiştim, rüya gibiydi. Üzerimde okul önlüğüm vardı, zaten başka giyecek bir şeyim yoktu.
- Etkilendiniz mi?
Evet. Tüm binalar çok yüksek geliyordu.
- Sonra bir daha gittiniz mi?
Tabii. Mahalle ve okul arkadaşım Zeren ile gittik ikinci kez. O gün hayatım değişecekti.
- Nasıl?
Gazetede ‘artist aranıyor’ ilanını görmüştüm. Otobüse bindik, gittik. Ağa Cami önünde bir adamla karşılaştık. Bir sağıma bir soluma baktı, “Çok güzel burnunuz var” dedi. Korktum. Eyvah beni kaçıracaklar diye düşündüm. Adam dedi ki, “Ben sanatçıyım, senaryom var”. Ertesi gün giyinip tek başına film şirketine gittim. Ve filmlerde oynamaya başladım.