A24.com.tr » yaşam » Evrim teorisi nedir? Evrim teorisi gerçek mi, dinle alakası nedir?

Evrim teorisi nedir? Evrim teorisi gerçek mi, dinle alakası nedir?

Evrim teorisi nedir? Evrim teorisi gerçek mi, dinle alakası nedir?

Nobel ödüllü Türk akademisyen Aziz Sancar üzerinden yeniden gündeme gelen evrim teorisi nedir? Evrim teorisinin dinle alakası nedir? gibi sorularınızın cevabı haberin detayında.

Nobel ödüllü Türk bilim adamı Aziz Sancar'ın "Ben Müslümanım ve Allah’a inanıyorum. Evrime inanmak gibi bir şey yoktur, Evrim bir gerçektir ve inanç meselesi değildir" ifadeleri üzerinden bir kez daha gündeme gelen "evrim teorisi nedir? Evrim teorisi gerçek mi ve dinle alakası nedir?" gibi soruların yanıtlarını sizler için araştırdık:

Evrim Teorisi, evrimleşmenin bir sonucu olarak türlerin değişimini ve yeni türlerin oluşumunu, evrime etki eden faktörler ve mekanizmalar ile açıklayan teoridir. Bunun yanında evrim teorisi türlerin oluşumuna dair noktaları son bilimsel araştırmaların getirdiği sonuçlar ve yeni bulgular ile açıklamaya çalışır. Charles Darwin’in ilk kez 1859’da yayınlanan “Türlerin Kökeni” isimli kitabında, Darwin’in daha ziyade doğal seçilimler temelinde açıklayarak tanımladığı biyolojik evrim teorisinin bazı detaylarında, zaman içinde yapılan daha derin bilimsel araştırmaların sayesinde gelişmeler ve ilerlemeler olmuştur. Özellikle evrimin mekanizmaları ve birbirleriyle olan etkileşimleri hakkında da daha başka evrim teorilerinin oluşabilmesini mümkün hale getirmiştir.

Bir olgu olarak Evrim, aynı zamanda ilke olarak da bilim dünyası içinde gerçekliği hakkında tartışmasız olup evrimin tanımlanmış olan mekanizmaları arasında hangilerinin daha ağır bastığı veya daha çok evrime etki ettiği, bunun yanında hangi faktörlerin hangi oranlarda evrim süreçlerinde etkili olduğu, bu çeşitli evrim kuramlarının incelediği ve açıklama getirdiği alanlardır. Evrimin nasıl olduğuna dair araştırmaların açıklanmasında bu yüzden değişik evrim teorilerinden bahsedilir.

Modern biyolojide bu evrim teorilerinden birine örnek verecek olursak, Evrim teorisini tamamlayan Ortak Ata Teorisi, bu konuda Dünya üzerinde yaşayan ya da soyu tükenmiş olan birçok canlının, hangi ortak bir atadan geldiğini inceler ve bunu bir soy ağacı oluşturarak açıklamaya çalışır. Canlıların sınıflandırılmasına dair filogenetik sistem ise bu konuda elde edilen fosil ve genetik bulguları değerlendirerek Ortak Ata Teorisini destekler ve türler arasındaki akrabalık derecelerini genetik ve anatomik benzerlikler düzeyinde inceler. Moleküler evrim ise elde edilen genetik bulguları genomlar ve alleller yardımıyla değerlendirerek yine Ortak Ata Teorisini ve dolayısıyla Evrim Teorisini destekler. Modern biyolojide canlılığın gelişimi ve oluşumu önemli bir konuma sahip olduğu ve bu konuda incelenen fenomenler birbirleriyle ilişkili olduğu için, biyolojinin tüm bu alt disiplinleri de Evrim teorisi için anlamlı olabilecek bilgileri elde ederek evrimin daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunurlar. Genetik, Morfoloji, Hücre Biyolojisi, Anatomi, Biyokimya, Davranış Biyolojisi, Ekoloji ve Gelişim Biyolojisi, biyolojinin evrimi destekleyen alt disiplinlerine örnek verilebilirler.

 

EVRİM'İ İLK KEZ FRANSIZ COMPT DE BUFFON KULLANDI

Evrime dair görüşler, canlıların ortak bir ataya sahip olabilecekleri ve değişim gösterdiklerine dair bilinen kayıtlar, en az M.Ö. 6. yüzyıla, Miletli Yunan DüşünürAnaksimander‘e kadar gitmektedir. Tek tanrılı dinlerin öne sürdüğü yaratılış hikayelerine dayanılarak dünyadaki canlılığın tek seferde yaratıldığına ve bu türlerin sabit bir şekilde hiç bir değişme göstermeden günümüze kadar geldiklerine inanılmıştı. Orta Çağda ise “yaratılışçılk” inancına aykırı düşünce geliştirmek engizisyon zihniyeti tarafından yasaklanmıştı. Ancak 18. yüzyılda farklı bilim insanları ve araştırmacılarca bunun doğru olabileceğine dair şüpheler duyulmaya başladı. Bugün bildiğimiz anlamdaki Evrim kavramı ise Fransız Compt de Buffon‘a aittir. Buffon bu konuda 1749-1804 arasında 44 eser vermiştir. Buffon’un eserlerinde bilinmeyen ise “evrim olgusunu” veren ve neden olan süreçlerdi. Özellikle 18. yüzyılda bu konularda bir düşünce zenginliği gözlemlenmiş ve 1809’da Lamarck, türlerin oluşmasını ebeveynlerin hayattayken edindikleri kalıtımlar ve uyum sağlama yoluyla oluştuğunu söyleyen görüşünü belirtmiştir. Bu görüşler İngiltere’de siyasi ve dini düzeni tehdit eden görüşler olarak görülmüş ve oradaki bilim kurumlarınca da bu görüşler ilk önce tehlikeli olarak görülmüş, tepki çekmişti.

CHARLES DARWİN

1858 yılında ise hem Charles Darwin, hem de Alfred Russel Wallace eş zamanlı olarak Linnean Society of London’da (Londra Linne Derneğinde) iki farklı çalışmada, türlerin doğal seçilim yoluyla evrim geçirdiklerine dair teorilerini ortaya koyarak ilk kez yayınladılar ve buna Evrim teorisi denildi. Fakat bu yayın ilk önce fazla dikkat çekmedi. Bir yıl sonra 1859 yılında ise Darwin, “Türlerin Kökeni” isimli kitabını yayınladı ve bu kitabında Evrim teorisini daha iyi açıkladığı ve evrim süreçlerine dair daha derin açıklamalar getirdiği için artık bilim dünyasında da giderek daha çok kabul görmeye ve evrimin gerçekliği kabul edilmeye başladı.

 

Darwin’in buna karşın açıklayamadığı şey ise, canlıların bu özelliklerini nesillerden nesillere nasıl aktarabildikleri ve bu özelliklerin sahip olduğu farklı varyasyonlarının soya çekimde neden birbirlerine karışmadığı idi. Çünkü o zamanda Gen ve DNA henüz bulunmamıştı ve Darwin de dolayısıyla bunların genetik temellerini bilemiyordu. Bu mekanizmayı açıklayan bilgileri ise 1865’de Gregor Mendel sağladı. Mendel’in araştırmaları ise belirli özelliklerin önceden söylenebilir ve kesin tanımlanabilir bir şekilde gelecek nesillere kalıtımla nasıl bırakıldığını açıklıyordu. Fakat Mendel de henüz DNA ve genlerin olduğunu bilmiyordu.

Biraz daha geriye gidersek, Darwin’den önce Jean Baptiste Lamark’a (1744-1829) göre tüm canlılar ortak bir kökenden gelmekte ve canlının yaşadığı ortamda meydana gelen çevresel bir değişiklik, bu ortama uymaya çalışan canlı türünün tüm (veya çoğu) üyelerinde bir değişikliğe neden olmaktaydı. Mesela Lamark’a göre kullanılan organlar gelişiyor, kullanılmayan organlar ise köreliyordu. Yeni kazanılan bu özellik ise gelecek nesillere kalıtım ile aktarılabiliyordu. Bu durum da canlıların türleşmesine ve türlerin değişimine yol açıyordu. Bilinen en ünlü örneğe göre zürafaların boyunları yüksek dallardaki yaprakları yiyebilmek için uğraşmaları sonucunda uzamıştır ve bu özellik sonraki nesillere aktarılıp o türün özelliği olmuştur.

Charles R. Darwin (1808-1882) ve Alfred R. Wallace’e (1823-1913) göre de tüm canlılar ortak bir kökenden geliyordu. Canlı türlerinin değişime uğramasının ve çeşitlenmesinin sebebi ise Lamark’ın öne sürdüğü gibi çevre değişiklikleriyle kazanılan özelliklerin ve becerilerin gelecek nesillere kalıtım yoluyla aktarılması değil, herhangi bir türün bireyleri içinde zaten var olan farklılıklar ve değişkenliklerden, bu bireylerden çevre şartlarına daha iyi uyum gösterebilenlerin diğerlerinden daha elverişli şartlar bulup daha çok üreyip çoğalabilmesiydi. Yani Darwin’e göre çevreye uyum gösterebilme ve adaptasyon seleksiyonun sonucuydu, Lamarck’a göre ise çevreye uyum ihtiyacının sonucuydu. Bir yukarıdaki zürafa örneğimize geri dönecek olursak Darwin’e göre uzun boyunlu zürafaların açıklaması; önce kısa boyunlu zürafaların olduğunu, bunların arasında bazı uzun boyunlu zürafaların (varyasyonları) olduğu ve bu uzun boyunlu zürafaların daha iyi beslenebilmelerinden dolayı daha iyi bir avantaja sahip oldukları ve besin kıtlığı olduğu zamanlarda uzun boyunlu olmalarından dolayı yüksek ağaçlardaki yapraklara ulaşarak hayatta kaldıkları, kısa boyunlu olanların ise doğal seleksiyon sonucu zaman içinde gitgide azalarak yok olduklarını söyler. Bu anlamda Darwin’e göre rastgele varyasyonlar daha önce de vardır ve doğanın düzenleyici etkisi olan doğal seleksiyon sonra devreye girer. Bunun gibi Lamark, mağarada yaşayan ve gözleri kör olan hayvanların o ortama uymak zorunda kaldıkları için böyle olduklarını söylerken, Darwin ise gözleri kör olanların mağarada yaşayabildiklerini ileri sürüyor, fakat kör olmanın sebebini açıklamıyordu.

 

Darwin, evrime etki eden faktörlerin kabaca, günümüzde olduğu gibi geçmişte de aynı şekilde, eşit oranlarda ve sabit bir şekilde etkili olduğunu düşünüyordu. Fakat bu konuda yanılıyordu. Bu şekilde daha önce Jeoloji biliminin babası sayılan Charles Lyell’in (1797-1875) yer bilimsel süreçleri açıklamak için kullandığı “Güncellik Prensibi”‘ni de yanlışlıkla devralmış oldu. Darwin’in doğal seçilim konusunda yazdıkları evrim teorisinin temelinde yatmasına rağmen, Darwin kalıtsal varyasyonlar ile çevrenin etkisi sonucu meydana gelen değişiklikler arasındaki farklılığın ve bu faktörlerden tam olarak hangisinin daha ağırlıklı rol oynadığının tam olarak bilincinde değildi. Evrimin mekanizmasının anlaşılması ancak daha sonraki yıllarda, Mendel’in çalışmalarının başka bilim adamlarınca keşfinden sonra mümkün oldu. Buna rağmen hala günümüzde de evrime etki eden faktörlerden hangilerinin hangi durumlarda daha çok rol oynadığı bilim dünyasında tartışılmaktadır ve her geçen gün bu ilişkilere dair yeni bilgi ve bulgular da ortaya çıkarılmaktadır. En önemlisi 20. yüzyılın ilk yarısında, populasyon genetiğin ortaya çıkardığı sonuçlar, Darwin’in evrim teorisinin gelişmesinde önemli katkılarda bulunmuş, bunun yanında Modern Evrimsel Sentez Kuramının oluşmasını sağlamıştır. 1950′li yıllardan sonra ise moleküler biyoloji de evrim araştırmalarına dahil olmuş ve 1970′li yıllarda da sosyal-biyoloji çerçevesinde seleksiyon ve seçilim süreçleri hakkında fayda – maliyet analizleri yapma suretiyle daha tutarlı veriler elde edilebilmiştir [Sosyal biyoloji; ağırlıklı olarak biyolojide evrimsel süreçleri inceleyen davranış biyolojisinin bir dalıdır. İnsan da dahil olmak üzere her türlü canlı formların sosyal davranışlarının biyolojik temellerini inceler. Sosyobiyoloji terimi 1975’de Edward Osborne Wilsonn‘un “Sociobiology – The New Synthesis“ (Sosyobiyoloji – Yeni Sentez) adlı eserinde kavramlaşmıştır].

 

Darwin ile Mendel’in arasındaki görüş farklılıkları ve anlaşılmayan noktaları ise 1930 yılında Biyolog Ronald Fisher çözerek açıklığa kavuşturdu. Ronald Fisher’in çalışmaları bu anlamda Darwin’in açıkladığı doğal seleksiyon mekanizması ile Mendel’in kalıtım kurallarını birleştirerek başarıyla sentezledi ve evrim süreçlerine etki eden mekanizmaların birbirleriyle de ilişki içinde olduğunun anlaşılmasını sağladı. Fisher’in bu çalışmalarına da Sentetik Evrim Teorisi ya da diğer adıyla Yeni Darwincilik (Neo Darwinizm) adı konuldu. Daha sonra Ernst Mayr bu bulguları değerlendirerek bu bilgilerin Hücre Biyolojisi ve Populasyon Biyolojisi alanlarında da kullanılabilmesini sağladı. DNA’nın 1944’de ilk kez Oswald Avery tarafından bulunması ve bunun genetik materyal olduğunun anlaşılması, sonra 1953’de James Watson ile Francis Crick‘in DNA yapısını çözmeleri ile de bu sefer kalıtımın fiziksel ve maddesel temelleri olduğu anlaşıldı ve evrim mekanizmalarında genetiğin rolüne dair daha çok açıklamalar getirilebildi. O zamandan beri genetik ve moleküler biyoloji evrim biyolojisinin de temel unsurlarıdır. Buna rağmen bir bütün olarak evrim teorisi en çok ABD’de ve hıristiyan köktendinciler tarafından red edilmektedir (Kreasyonizm veya Yaratılışçılık). Avrupa’daki hıristiyan kiliseler ve oluşumların çoğu ise Evrim teorisini desteklemekte ve kabul etmektedirler (Teistik Evrim veya Evrimsel Yaratılışçılık). Evrim Teorisinin ülkemizdeki kabul görme oranı ise çok düşük olup bu oran ABD’dekinden daha azdır.

 

YORUMLAR
  90. Oscar adayları açıklanıyor
90. Oscar adayları açıklanıyor